Edebiyat

2 Nisan 2016 Cumartesi

Boyundan büyük işlere kalkışmak.

İki ekmek bir bidon su birde dondurma. Kaldırımda gidiyorum sallana sallana. Birden bire bir demir parçası takıldı ayağıma. Ayağım çok sızlıyordu. Yüz üstü düşecek iken öne doğru attım ellerimi. Ekmekler poşette iken kaldırıma dağıldı. Bidonun altı delinmiş, desenli kaldırımdan aşağıya akıyordu. Dondurma yola doğru fırlamıştı.
Kendimi geri çekerek doğrulmaya çalıştım. Avucumun içindeki ufak taş tanelerini ellerimi sirkeleyerek temizlerken bir baktım elimde bir leke. Ayak bileğim kanıyordu herhalde. Sağ tarafımda yedi sekiz yaşlarında bir kız duruyordu. Elinde birkaç adet peçete. Kıza ‘’bana yardım eder misin?’’ dedim, korktu. Arapça bir şeyler dedikten sonra koştu. Arkasına bile bakmadan. Daha önce de görmüştüm onu. Bizim evin ilerisinde mendil satıyordu. Biliyordum savaştan kaçtığını. Galiba Türkçe bilmiyordu. Bidondan akan su ekmeklere doğru süzüle süzüle ilerliyordu. Hemen ayağa kalkarak ekmekleri poşete koydum. Patlamış olsan su bidonunu belediyenin yol kenarına yaptığı uzun ve güzel bir o kadar da kurumuş olan ağacın dibine koydum. Birden bire bir rüzgar esti. Ağaçtan kopan bir yaprak dolana dolana başıma kondu. Galiba teşekkür ediyordu. Güzel bir duyguydu. İyi insanların başına gelen aksilikler bir iyiliği doğuruyordu. Paçam hep kan olmuştu. Eve gider gitmez pantolonumu değiştirdim. Ekmekleri alıp biraz kurumaları için balkondaki masaya koydum. Bir hafta sonra hastane randevuma gidiyordum. Sabah dokuz gibi üst geçitten geçiyorken üst geçidin merdivenlerinde bir kız sesi yapıştı kulağıma. Duraksayarak sigaramı içime çekerken kız çocuğunun sesindeki burukluğu merak ettim. Dediklerinden hiç bir şey anlamıyordum. Arapça türkü söylüyordu. O da savaşın sonucunda uçamayan kuş gibi. Son çare buraya gelmiş. Yanına yaklaştım ve ‘’Türkçe biliyor musun?’’ diye sordum. Cevap vermedi. Mendil satıyordu fiyatını sordum. Gönlünden ne koparsa dedi. Artık Türkçe bildiğini öğrenmiştim. ‘’Sende mi savaştan kaçtın?’’ dedim. ‘’Savaş olmasa buraya niye gelip mendil satayım.’’ dedi. ‘’Mırıldandığın şarkının Türkçesini okur musun?’’ dedim ve 20 saniye gibi bir sessizlik oluştu. Şarkı değil o türkü dedi ve başladı Türkçesini söylemeye.
Bombalar patlıyor benim ülkemde,
Uyuyamıyorum.

İnsanlar ölüyor,
Güneş hiç doğmuyor,
Seni özlüyorum.

İki adım da bir çukur,
Gelir mi ki huzur,
Hiç bilmiyorum.

Parçalanan amcalar,
Yerden kalkmayan çocuklar,
Çok korkuyorum.
‘’Seni özlüyorum derken oradaki ‘’sen’’ den kastın ne?’’ dedim.
‘’Annem’’ dedi.
‘’Annen nerede senin?’’ Dedim.
Orada kaldı. Amcan ile git biz babanla geleceğiz dedi bana.
Koşarak uzaklaştı yanımdan. Uzun süredir görmüyorum oturduğum evin oralarda. Başına bir şey gelmiş olmasından endişeleniyorum. Bu yaşta boyundan büyük işlere kalkışmıştı. Henüz gelmedi böyle bir baba yiğit dünyaya. Sesin kısılana kadar bağırarak konuşmak. Her insanın yapabileceği şeyler bunlar. Geceleri ayak sesleri duyuyorum. Kalkıp bakıyorum kimse yok. Başımı yastığa koyduğun zaman, tam rahata kavuştuğum zaman yine bir ses. Çıkmıyor beynimden. Çıkmıyor aklımdan. Yine unutturmaz o ses bana kendini. Yağmurlu bir havada su sesleri çınlıyordu kulağımda. Camdan bakıyorum. Tamda bakmak denebilirse tabi. Görüş açım tamamen buharlar ile kapalı. Parmağım ile bir şeyler çiziyorum cama. Bana benziyor ama. Benim gibi saçma sapan bir şeyler. Anlamsız bir şeyler… Yaratık gibi bir şey oluşuverdi karşımda. Gece yarısı kalktım. Yanlış hatırlamıyorsam eğer saat 02:30 civarlarındaydı. Dolaşıyorum evin içinde. Deliyim ya hani ben. Kimse bana bir şey diyemez. Demeye de hakları yok zaten. Onların hepsi söz de akıllı. Bana deli lazım deli. Biraz bana benzeyen kafası kırık birileri. Hayatınızda hiç karşınızdaki insana susarak bir şeyler anlatmaya çalıştınız mı? Kaş göz işareti yapmak yok. El kol hareketi yapmak yok. Sadece susuyorsun ve karşısına geçiyorsun. Gözlerinin içine uzun uzun bakıyorsun. Aslında sen hiç bir şey anlatmamış oluyorsun. Karşındaki insan ne anlamak istiyorsa onu anlamış oluyor. Gönülleri hoş tutuyorsun. He bir de işine geleni anlayan insanlar da var. Orası ayrı bir konu. Umursamayın siz onu. Elimde kahve var. Uykum kaçmıştı belli. Daha da uyku tutmazdı beni. Elimde kahve, özlemişim yazı. Ufak bir güneş gördüğüm zaman atılırım dışarı. Camdaki buharı iyice temizledim. Sokağım başındaydı ev. Sanki tüm sokak yıkılmıştı. Yeni yeni binalar. Yeni yeni dükkanlar vardı. Yeni yeni insanlar taşınmıştı. Ah ah çok şey değişti. İnsanlar evime yakınlaştıkları zaman daha çok uzaklaştım onlardan sanki. Arkadaşlarım ile misket oynadığım tozla toprakla dolu kumlar içerisindeki arazi bile ev olmuştu. O evler dikiliyor. Kendimi kötü hissediyordum. Sanki geçmişimde yaşadığım anılara birer birer haciz geliyordu. Hayallerime haciz gelmesinden çok korkuyordum. Hayallerime ellerim ve ayaklarım ile sarılıyor, mavi hırkam ile üzerini örtüyordum. Evden bakkala diye çıkar akşama kadar top oynardım. Akşam eve gittiğim zaman hem yemeğimi yerdim hem de dayağımı. Hemen hemen her akşam çift kale maç yapardık. Sokağın bir başıda caddeye bakıyordu. Vızır vızır arabalar geçiyordu. Sokakların başlarına iki tane kale. Kaleci olurdum hep. Caddeye bakan kalede dururdum hep. Kaleye ben geçmek isterdim hep. Çünkü çok iyi tutardım topları. Çünkü top benimdi. Çokta iyi kalecilik yapardım küçükken. Eğer benim oynadığım takım gol yerse top caddeye kaçıyordu. Arabalar üzerinden geçip patlatıyordu. Sırf gol yememek için değil topum patlamasın diye kurtarıyordum. Şimdi ise o sakaktan eser yok. Saklambaç oynardık. Tarlaya kaçardık. Ufak ufak evler vardı iki katlı. Bahçesine saklanırdık. Ama o ufak evler oldu sana kocaman bir apartman. Siz yeni evler yaptıkça zannetmeyin ki anılarımızı unutuyoruz. Hayatımın en güzel dönemiydi doksanlı yıllar. Arkadaşlıklar çok değerliydi o zamanlar. Şimdiki gibi cep telefonu, bilgisayar yoktu. Arkadaşlar ile randevulaşırdık. Ya da evlerinden tek tek çağırırdım onları. Ben o yılların özlemini hiç atamadım içimden. Kavgalarımız bile daha güzeldi. Küslüklerimiz bile daha güzeldi. Teknolojinin çok gelişmediği, her şeyin para ile ölçülmediği, insan ilişkilerinin sağlam olduğu, komşuluğun, dostlukların, bayramların ölmediği, marka saplantılarının olmadığı, bir daha geri gelmeyecek bir efsaneydi doksanlı yıllar. Şimdi bir fırsatım olsa oraya gidip geri gelmemek isterdim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder